• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
  • https://www.facebook.com/uchisarlilardernegi

KISA HİKAYELER

  

BERBERDE

 

Kazım , epeydir saç sakal traşı olmamıştı.

Bazı tanıdıklar “ Ne o öyle, papaz gibi olmuşsun! “ diye laf atıyorlardı.

Sonunda , Damat İbrahim Paşa Külliyesine ait

 Hamamın karşısındaki berbere girdi, sırasını bekledi.

Fakat, o anda, ayırdına vardı ki, berberin suratı ekşiyordu.

Çırak da bakıp bakıp , bıyık altından gülüyordu.

Bir tuhaflık vardı havada.

 

Sıra kendisine geldi. Koltuğa oturdu.

Hep böyle oluyordu; uykusu geldi yine.

Berber,  saçını traş ederken, başın yarısına dek makineyı işletti, sonra durdu.

Biraz geriye çekilip baktı.

 

Duvarda Belediye’nin traş tarifesi asılıydı.

Bir eliyle onu işaret ederek konuştu :

Bu kafaya bu tarife uymaz. İki kat para vereceksin!” dedi.

 

Koltukta oturan, saçı kırkılan “At kafalı “ lakaplı Kazım idi.


BÖYLE EV SAHİBİ

 

 

Nevşehir Müzesi asistanı sosyal antropolog Halil Narman,

karoserci Kamil Köse’nin evinde kiracıdır.

Kamil ağa genç adama, ailesine  kol kanat gerer.

Ona ,eşi Ayşe Hanıma gurbette yaşadıklarını hissettirmez.

Halil Bey, Ayşe Hanım mutludurlar.

Ev sahibi Kamil ağadan memnundurlar.

 

Bir gün, Kamil ağa, kiracılara haber iletir.

Bu akşam, bizim eve buyurun. Sizinle gonuşacağım hususlar var.”

 

Üç kiracı endişeyle düşünürler.

Herhalde Kamil ağbi evin kirasını arttıracak.”

 

Akşam, herkes toplanır ev sahibinin salonunda.

Çaylar içilir. Kiracılar tedirgindir.

İçtikleri çayın pek tadına varamazlar.

Kamil ağa rahattır. Ne de olsa ev sahibi o.

 

Sizi niye davet ettim biliyonuz mu?” diye söze girer.

Önce bir sessizlik.

Sonra, zorlama gülüşler.

Nerden bilelim ağbi? Söyle de meraktan kurtulalım.”

Kamil ağa derin bir soluk alır. Kiracılarının yüzlerine tek tek bakar.

Hayat malum. Sizin aldığınız memur maaşı da malum. İkiyüz lira kirayı

Yüzeli liraya indiriyom. Bunun uçun size zaamet virdim.”


BULUTUN ALTI

 

İltaş köylü Mehmet gün boyu çalıştı tarlasında.

Bel, çapa, kazma, kürek…

Ertesi gün nasıl olsa yeniden getirecekti, öyeyse, niye köye götürsün ki?

Aklımı seviyim. Nasıl da düşündüm bunu?” diye sevindi.

Fakat, nereye saklamalı bunları?

 

Gökyüzüne baktı.

Doğudan ağrı bir karartı giderek ilerliyordu.

Güneş batmak üzere…

Son kızıltılar bir bulutu allamış, kızartmış.

Buluta baktı kaldı. Gözünü alamıyordu.

Tamam işte. Bu bulutun altına saklarım. Sabah da gelir,ordan alırım.”

 

Ertesi sabah,tarlasına geldi Mehmet.

Kazmayı, çapayı, beli koyduğu yerden alacağına öylesine emindi ki.

Fakat, bulamadı.

Sağa koşturdu, sola koşturdu. Yok.

Giderek ısıtan güneşin altında, dili bir karış dışarıda koşuşturdu.

Tarlayı dört döndü.

 

Komşular gördüler onun ivecenliğini.

Telaş içinde sağa sola saldırmasına bir anlam veremeyip sordular.

Nedir derdin Memmeet ? Niye koşturup duruyon tazılar gibi?”

Bir yandan koşuşturmayı sürdürdü, bir yandan yanıt yetiştirdi.

Yav, dün gazmayı, çapayı, bili bulutun altına goyduydum. Şinci yoh hiçbiri.”

Bir komşu sordu.

O bulut dün nirdeydi, şinci nirde?”

Mehmet o anda akıl etti. Gökyüzüne baktı.

Dün gördüğü o güzel allı bulut, yerinde yoktu.

Bulut olmadığına göre, tarlayı işleyecek çapa, bel, kazma da olmazdı elbet.

Aramayı bıraktı, köye döndü.

Yapacağı bir şey kalmamıştı.

 

 

GELİNİN İYİSİ

 

Refiye  Hatun ile bir türlü anlaşamıyordu  Bekir Ağa.

Askerliğinin bitmesine az kalmış oğulları

                  Memduh için nasıl bir ailenin kızını isteyecekler?

 

Refiye  Hatun diyor ki:

Zengin aileden gız alsak, bizi adam yerine goymaz; depeden bakar.”

 

Bekir Ağa diyor ki:

Biz geldik gidiyoruz.

                 Hep fakir yaşadık.

                                    Oğlumuz zengin ailenin gızını alsın da iraat itsin.”

 

Bir türlü anlaşamadılar.

Çekişmeleri sürdü gitti.

 

Sonunda Nasibe Hala’ya sormaya karar verdiler.

Filozofça bir yanıt verirdi buna da.

 

Sordular.

Nasibe Halanın yanıtı şu oldu : “ Al zengin gızını döndersin evini babası evine.

                                              Al fakir gızını, döndersin evini anası evine.”


SOĞANIN CÜCÜĞÜ

 

İki arkadaş; Niyazi ile Selami, caminin önünde,

                                            güneşe uzanmışlar göğüslerini ısıtıyorlar.

Uzun, soğuk, karlı bir kış mevsimi sona ermiş; hava ısınıyor.

Cemreler havaya, suya, toprağa düşmüş.

 

Fakat iki genç adam doymuyor; düzenli bir beslenme yok.

Yalnız asker ocağında karınları iyi doymuştu.

Paraları olsa da Nevşehir’e gidip birer tava (et yemeği) yeseler ya.

Yanına soğan kestirseler, üstüne helva isteseler.

Olmuyor, olamıyor.

 

Niyazi ısınan göğsünü kaşıdı hart hart.

La Selami, sen padişah olsan ne yirsin ?”

Arkadaşı gözleri yarı kapalı, ağzının suyu akarak yanıtladı:

Soğanın cücüğünü.”

Bir süre sessiz kaldılar.

Selami sordu bu kez:
Peki, sen söyle şincik de. Sen padişah olsan ne yirsin la?”

Niyazi , ağzını şapırdatarak karşılık verdi.

Bana yiyecek bişey bırakmadın ki ooolum.”



Prof.Dr.Emrullah GÜNEY